|
|
|
|
|
|
|
"KAR" VE ALMANYA'DAKİ ENTELLEKTÜEL YAŞAM
Nazan KULOĞLU Araştırmacı-
Yazar Türkiye'deki siyasal gelişmeler
ile birlikte; 80-95'li yıllar arasında Avrupa'ya -özellikle
Almanya'ya- "siyasi sürgünler" başgösterdi. Bugün Almanya'da sayıları
sekizyüzbine varan "siyasi sürgün" statüsünü taşıyan
vatandaşımız bulunmaktadır... Bu sayının
tamamına Alman Hükümeti tarafından vatandaşlık
hakkı verilmemiş; "ülkedeki iç sorunlar bitip
demokratik hak ve özgürlükler sağlanıncaya kadar" geçici
bir oturum hakkı tanınmıştır.
Zaten bu sayının ancak %10-15'lik kısmı ülkedeki
siyasi gelişmelerden olumsuz olarak etkilenenlerden oluşmaktadır.
Geri kalan %85'lik kesim ise Batı'ya gçöü ekonomik nedenlerden
dolayı bir umut kapısı olarak görmüştür! İletişim Yayınları
arasında yayımlanan Orhan Pamuk'un "Kar" adlı
romanında da uzun bir dönem Almanya'da siyasi bir sürgün
olarak yaşayan "şair Ka"nın etrafında
kurgulanmıştır...Orhan Pamuk, bu romanı ile de
Almanya'da yaşam mücadelesi veren bu kesimin de sorunlarını
bir nebze olsun dile getirmeye çalışmıştır. "Siyasi sürgün"
ya da "entellektüel sürgün" olarak da bilinen bu kesim;
Alman Hükümeti'nin kendilerine tanıdığı "kıt
ekonomik koşullar " ile entellektüel yaşamlarını
devam ettirmeye çalışmaktadırlar. 1960'lı yıllardan
bu yana Almanya'da yaşayan
T.C. vatandaşları "cemaat kültürü"nün de
getirdiği etkenler ile; inançsal, ırksal, hatta yöresel
anlamda bir örgütlenme içine girmişlerdir. Örgütlenmenin bu
kadar rahat ve ekonomik anlamda "devler destekli" olduğu
bu ülkede; yazarların, şairlerin, gazetecilerin vs... katıldığı
söyleşiler, paneller, konferanslar sık sık düzenlenmektedir.
Şairimiz Ka da,
Frankfurt'ta kaldığı dönemlerde bu durumu fazlasıyla
yaşar. "Frankfurt'un damlarına bakan bir penceresi olan
küçük kira dairemde geride bıraktığım günü
bir çeşit sessizlikle hatırlardım ve bu bana şiir
yazdırırdı. Daha sonra Türkiye'de şair olarak
biraz ünlendiğimi işiten Türk göçmenler ve Türkleri çekmek
isteyen belediyeler, kütüphaneler, üçüncü sınıf
okullar, çocuklarının Türkçe şiir yazan bir şairle
tanışmasını isteyen cemaatler beni şiir
okumaya çağırmaya başladılar." (s.38) Topluma "entegrasyon ve
adaptasyon"da da zorlanan bu entellektüel kesimin büyük bir çoğunluğu
uzun yıllardan beri Almanya'da yaşadıkları halde;
Almanca'yı yeterli düzeyde konuşamamaktadırlar.
Almanca öğrenememelerini ya da öğrenmeyi reddedişlerini
"yabancılaşmaya karşı kendi kültürünü
koruma" olarak da açıklamak olasıdır. Ka da bunu
çok açık yüreklilikle romanda dile getirir: "Beni koruyan
şey Almanca öğrenemem oldu." (s.38) İşin ilginç olan
tarafı ise; yabancılaşmaya karşı bu kadar
keskin bir direniş gösteren bu kesim, kendi kültürünü taşıyan
toplumun bireyleri ile gerekli teması sağlayamaz... İki
zıt kutup arasında kalan nötr nokta gibidirler. Yine Ka'nın
sözlerine dönecek olursak, durumu bir roman kahramanın ağzından
tüm çıplaklığı ile görmek daha iyidir: "Almanlarla
zaten hiç konuşmuyordum. Beni, ukala, entellektüel ve yarı
deli bulan Türklerle de aram iyi değildi artık. Kimseyi görmüyor,
kimseyle konuşmuyor, şiir de yazmıyordum." (s.39) 60'lı yıllarda dünyada
esen "sol dalga"nın etkisi altında kalan Türkiye'deki
bir çok genç, değişik gruplar içinde kendini ifade etme
yoluna gittiler. Bu gençlerin en belirgin özelliği ise sol kültürün
etkisi ile de benimsenen "ataist olmak"tı. 90'lı yıllara
geldiğimizde -From'un deyimi ile 40 yaş sonrası olan-
bu gruplarda yavaş yavaş dine yönelme söz konusu oldu! Bugün
Avrupa'daki inançsal örgütlenmelerin lider kadrolarına bakıldığında,
geçmişinde Marksizmi savunan bir çok insanı görmek olasıdır.
Romanda "İpek'in
kocası olarak da karşımıza çıkan Muhtar"
bu durumu çok net bir biçimde teşhis etmiştir. "Yıllar
geçti, askeri darbeler oldu, herkes hapse girdi çıktı, ben
de herkes gibi oradan oraya sersem gibi savruldum. Kendime örnek aldığım
insanlar değişmiş, kendimi beğendirmek
istediklerim kaybolmuş, hayatta da, şiirde de istedklerimin
hiçbirisi gerçekleşmemişti... Yıllardır, gizli
gizli korktuğum, ataistlik yıllarımda bir zayıflık
ve gerilik olarak gördüğüm şey olmuştu: islam'a dönüyordum."
(s.56-57) Muhtar'ın Türkiye koşullarında
düştüğü bu durum; toplumsal yabancılaşmanın
oldukça yoğun yaşandığı Avrupa(Almanya)'da
daha fazladır."Yalnızlık psikolojisi" içinde
kıvranan bu insanların sığınabildikleri
limanlardan biri de "din-inanç" olmuştur. Yaşamın anlamının
sorgulanmaya başlanıldığı ve hiçlik
felsefesinin kabul gördüğü bu dakikalar; Ka'nın Kars'e
gelmesi ile yoğunluk kazanır. Ka, Kars'ta yaşayan diğer
bireyler gibi "huzur" içinde biri olmak ister. Yağan
kar, Ka'nın yalnızlığını biraz daha artırır.
"Bu dünyada ne yapıyorum? diye düşündü Ka. Kar
taneleri uzaktan ne kadar yalnız gözüküyor, ne kadar zavallı
benim hayatım. İnsan yaşıyor, yıpranıyor,
yok oluyor. Bir yandan yok olduğunu, bir yandan var olduğunu düşündü." (s.89) Ka'nın
yaşamında önemli bir yer tutan, Kars'a hatta Türkiye'ye
gelmesinde etkin bir isim olan İpek; bireysel yabancılaşmanın
ancak bir yolla çözülebileceğini romanda geçen bir diyalog
ile ifade eder. İpek'ın bu kadar kesin bir biçimde önerdiği
bu çözüm yolunda eski kocası Muhtar'ın da oldukça büyük
bir rolü vardır. Ka ile aynı kuşaktan olan Muhtar,
daha sonraki yıllarda kendisini İslami düşüncelere
kaptırmıştır! "... önce şeyhine inanırsın,
sonra sana unutturulan İslam'a inanırsın. Bu da
Almanya'da gözüktüğü ve entellektüel laiklerin iddia ettiği
gibi kötü bir şey değildir. Herkes gibi olursun, halkına
benzersin, mutsuzluktan biraz olsun kurtulursun." (s.95) İpek,
Ka'nın yaşadığı bunalımlardan
kurtulabilmesi için Kars'ta yaşayan ve birçok insanı da
"ruhani yönden etkileyen" Şeyh Efendiye gitmesini önerir.
Almanya'da yaşam mücadelesi
veren bu siyasi sürgünler; geçmişte istedikleri kadar şaşalı
bir yaşam sürmüş olsalar bile toplumu fazla etkilemez! Ka
da bunu yaşar: "istanbul'da bir sosyetiktim belki dedi Ka.
Ama Almanya'da kimsenin metelik vermediği bir garibandım.Eziliyordum
orada. " (s.106) Almanya'da zorunlu olarak
kalmak zorunda kalan; ne Alman toplumuna ne de orada yaşayan
kendi ülkesindeki vatandaşlarına uyum sağlayan bu
siyasi sürgünler; kendilerini bu kadar yalnız ve tükenmiş
hissetmelerinin temel nedenlerinden beri "ekonomik" olsa
gerek... Ka'nın öldürülmesinden
sonra, ona ait eşyaları almak amacı ile Frankfurt'a
giden Orhan; Ka'nın Almanya'daki günlerini şöyle anlatır:
"Ka, Almanya'daki ilk yıllarında halde hamallık,
ev taşımacığı, Türklere İngilizce öğretmenliği,
boyacılık gibi işler yapmış, kendisine resmen
"siyasal sürgün" olarak kabul ettirip "mülteci"
maaşı almaya başladıktan sonra bu işleri
bulduğu Türk halkevi çevresindeki komünistlerden kopmuştu.
Sürgündeki Türk komünistleri Ka'yı fazla içine kapalı
ve "burjuva" buluyorlardı. Son oniki yılda Ka'nın
diğer gelir kaynağı belediye kütüphanelerinde, kültür
evi ve Türk derneklerinde yaptığı şiir okumalarıydı.
Yalnızca Türklerin geldiği bu okumalardan (sayıları
nadiren yirmiyi geçerdi) ayda üç tane yapar da beşyüz mark
kazanırsa, dörtyüz mark da siyasal sürgün maaşı aldığı
için ay sonunu getirebiliyordu, ama çok seyrek olurdu bu."
(s.256) Kısaca Orhan Pamuk'un
eserinden hareketle irdelemeye çalıştığımız
Avrupa'daki siyasal sürgün statüsünü yaşayan entellektüellerin
sorunlarını bir nebze bile olsa dile getirmeye çalıştık...
Bulundukları topluma uyum sorunu yaşayan bu kesimin en
belirgin özelliği ise "yalnızlık ve onun getirdiği
mutsuzluk"tur. (Mayıs 2002)
|
|
|
|
|
|
||
|
|
|
||
|
|
Anasayfa - Güncel - Medya Haberleri - Dosyalar - Kültür-Sanat - Medya`dan - Etkinlikler Takvimi - Forum - Arsiv - Linkler - e-Posta |
|
|
|
|
Iletisim: |
|
|