Neden ÖTEKI MEDYA?


Anasayfa
Güncel
Medya Haberleri
Dosyalar
Medya`dan
Öteki Türkiye
Kültür-Sanat
Etkinlikler Takvimi
Linkler

ARSIV

e-Posta

 

Milliyet Gazetesinde Operasyon

Yorumlar:

Ümit Otan: Sizi terk etmeye çağırıyorum

Oral Çalışlar: İkitelli'de asrı saadet bitiyor mu?

Aydın Engin: Bir değil, çok eksildik

Cüneyt Özdemir: Başarılar dilerim

Ümit Otan: ‘Takas Odası’ şahane mali kriz bahane

Zafer Özcan : Mehmet Yılmaz Tam İsabet

BİANET: Milliyet Operasyonun Perde Arkası

 

 


Ümit Otan – Dördüncü Kuvvet Medya 07.03.2001:

SİZİ TERK ETMEYE ÇAĞIRIYORUM...

İnanın bundan sonra "oralarda" yazmanızın hiçbir "kıymeti harbiyesi" yok. İnanın zaten sallantıda olan inandırıcılığınız tümden yok olacak. İnanın yıllar sonra çocuklarınıza, torunlarınıza en önemlisi kendinize suskunluğunuzun, hiçbir şey yapmamanızın hesabını veremeyeceksiniz.
.. "Benim banka hortumlayan patronun gazetesinde ne işim var?", "Gazetesine ömrünü vermiş güzel insanları yüzünden sineği kovar gibi itekleyen, aşağılayan, atıverenlerle ben nasıl bir arada olabilirim?" diye sorun kendinize. Eğer kendinizi "köşe yazanı" olarak görmüyorsanız, gerçek gazeteci ve yazar olduğunuza inanıyorsanız, birazcık duyarlılığınız kaldıysa lütfen terk edin oraları. İnanın beş kuruşsuz işsiz kalan genç gazetecilerden daha zor durumda olmayacaksınız...

Reddetmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ama reddettiğimiz kadar insanlaştığımız da bir gerçek. Çok istediğimiz, sahip olmak için can attığımız, çok önem verdiğimiz bir şey bize sunulduğunda artısını eksisini hesaplayıp balıklama dalmama sanatıdır insanlık biraz da... Ya da güzel olanakları bir çırpıda bırakıp gidebilmek, terk etmektir...

Çok zordur. Her zaman göze alınacak şeyler değildir. Ama inanın terk etmek, vazgeçmek, elimizin tersiyle itmek sonuçta kendimizi sınamak için bundan daha "iyi" fırsat olamaz... Medya tarihini baştan sona her satırını tek tek dikkatlice okuyun. Şu yaşadığımız ortamın "kadir bilmezliğini", iki yüzlülüğünü, duyarsızlığını, vurdumduymazlığını göremeyeceksiniz... Sabahattin Ali'lerin, Aziz Nesin'lerin, Zekeriye, Sabiha Sertel'lerin, Nazım Hikmet'lerin, dergilerini, gazetelerini bastırabilmek, dağıtabilmek için çektiği sıkıntılar, bugüne bakınca "solda sıfır kalacak" ve yüreğinizi burkacaktır...

Aziz Nesin, Sabahattin Ali'den aldığı borç parayla bir dergi çıkarmaya sıvanıyor. Yazılar diziliyor, matbaada bastırılıyor, sıra dağıtıma geliyor. Dönem korku dönemidir. Daha önce söz verdikleri halde hiçbir kitabevi ve gazete bayii dergiyi satmaya yanaşmıyor. Aziz Nesin yılmıyor, dergilerini koltuğunun altına alıyor, Babıali yokuşundan koşturarak, bağırarak satmaya başlıyor. Gazete bayileri bu durumdan büyük üzüntü duyuyor, utanıyor ve hepsi beşer onar alıp vitrinlerine koyuyorlar...

Tutarlılıklarıyla, içtenlikleriyle, dürüstlükleriyle öne çıkmış gazetecilerin, yazarların yüzüne "mavi çarpı" koyan o genel yayın müdürünün gazetesinde sizin ne işiniz var? Siz Aziz Nesin'den daha zor koşullarda mısınız? Gazeteciler cemiyetimizin değerli başkanı Sayın Nail Güreli, o gazetede artık nelerin yazılamayacağını en iyi siz anlamışsınızdır. Zeynep Oral 33 yıl emek verdiği gazetesinden atıldığını internetten öğrendiğini söylüyor. Bu bile sizin oraları terk etmeniz için yeterli neden değil mi?

Sayın Zülfü Livaneli, sosyal demokrat bir partide politika yapıyorsunuz. Partiniz banka hortumlayanlar yüzünden hükümet dağıtmadı mı? Şimdi banka hortumladığı için yargılanan bir patronun yönettiği gazetede nasıl "özgür" olabileceksiniz? Terk etmenizin tam zamanı değil mi? Siz Sayın Yavuz Donat, Kapalı Kapılar Ardında konuşmak güzel de biraz da kapının önüne çıksak artık, nasıl olur?

Sayın gerçek gazeteci yazar ablalarım, ağabeylerim. Yaşanılanların yalnızca ekonomik krizin dayattığı bir sonuç olmadığını siz herkesten iyi biliyorsunuz. Bakınız Star'da Uğur Dündar, ekonomik kriz yaklaşımını nasıl savuşturdu? Sayın Dündar, "Madem ki sorun para ben ve ekibim maaşlarının bir kısmını almayacak. Yine de adam atarsanız ben giderim arkadaş" demeye getirdi ve sonuçta o kazandı. Demek ki ekonomik boyut ama öyle ama böyle çözümlenebiliyor. Ama eğer, Umur Talu, Turhan Selçuk, Zeynep Oral gibi isimler medyadan "temizlenmeye" çalışılıyorsa bunun arkasında "çapanoğlu" olduğunu anlamamak için "köşe yazanı" olmak lazım...

Sevgili genç meslektaşlarım: Hükümet yetkilileriyle görüşmenin de pek fazla anlamı yok. Bakın Temizel de "temizleniverdi". Şu an medyamızın en büyük patronları bu hükümetlerden güç alıp güç vermiyorlar mıydı? Hükümetlerin açtığı para muslukları değil mi bu patronları bugünlere getiren? Binlerce dolar maaş alsalar da gazetelerinden kesinlikle atılamayacak olanları saymama gerek var mı? Siz zaten onları tanıyorsunuz...

Ben diyorum ki, madem güzel insanları istemiyorlar. Güzel insanlar hükümetlere, para musluklarına, bankalara tabi olmadan neden gazete çıkarmasınlar? Sendikanın ya da cemiyetin öncülüğünde bu başarılamaz mı? "Kolay değil" diyorsunuz, duyuyorum. Aziz Nesin beş kuruşsuzdu ve tek başınaydı, başardı.

Gelin, mavi kalemli genel müdürlerini, banka hortumcularını ve kendini köşe yazarı sanan "köşe yazanlarını" kaderleriyle baş başa bırakalım. Terk edelim oraları. Okurların büyük çoğunluğunun olandan bitenden haberi yok. Nasıl olsun ki? İnternet gazetelerinden yayılan haberler okurlara ulaşıyor. Kısa süre sonra inanın onlar da terk edecekler...

Hâlâ oralarda yazmayı sürdürmekte olan değerli yazarlar. Bu gece yatmadan önce nerede yazdığınızı, kime yazdığınızı, neden yazdığınızı bir kez daha düşünün. Ben okur olarak terk ettim. Sizi de terk etmeye çağırıyorum...

basa dön


Oral Çalışlar – Cumhuriyet 27.02.2001:

İkitelli'de asrı saadet bitiyor mu?

Gazeteciler Meclisi Girişimi'nden (GMG) bir grup meslektaşımız İstanbul'dan Ankara'ya gitti. GMG'nin bu kez gündemi, basında işten çıkarmalar. Yüzlerce gazeteci arkadaşımız, doğru dürüst hiçbir yasal hakkı verilmeden işinden atıldı. Basın çalışanlarının haklarını gözetmek için 27 Mayıs 1960'tan sonra değiştirilen ve 212 sayılı kanun diye anılan kanun hükümleri, birçok basın kuruluşu tarafından uygulanmıyor. Bazı gazetecilerin hiçbir yasal güvencesi bulunmuyor.

Görsel ve yazılı medyanın uzun zamandan beri bir kriz yaşadığı biliniyordu. Şimdi bu kriz, yüzlerce insanın işten çıkarılmasıyla kendini hissettiriyor. Sabah ve atv grubunda ilk kriz patlak verdiğinde ve Dinç Bilgin gazeteyi bırakıp tekrar döndüğünde, Başbakan Bülent Ecevit bu dönüşü şöyle açıklamıştı: ''Yüzlerce basın emekçisini düşünerek bu dönüşe destek olduk.'' Ancak Bilgin'in dönüşü, yüzlerce basın emekçisinin işten çıkarılmasını da beraberinde getirdi.

Günlerdir medya dünyası basında işten çıkarma haberleriyle çalkalanıyor. Dün büyük gazetelerin ekleri de kaldırıldı. Tabii o eklerde çalışanlar da işsiz kaldılar. Aslında Türk basınının uzun zamandan beri saçma sapan bir sistem içinde bulunduğu bir gerçek. Bir tarafta 50 bin dolarlara varan yazar ve yönetici maaşlarından söz ediliyor, öte yandan muhabirler ise 200 milyon gibi düşük paralara çalıştırılıyor. Renkler, promosyonlar, gösteriş ve şatafat Türk medyasının temel görüntüsü haline dönüşmüştü.

İstanbul'da gazetecilik yapan iki Amerikalı; Catherine Collins (Chicago Tribune) ve Douglas Frantz (The New York Times), Türk basınına ilişkin ilginç gözlemlerde bulunuyorlar. Geçen haftaki Aktüel dergisinde yer alan söyleşide, iki ülke gazeteleri arasında farkı şöyle belirtiyorlar: ''Çok daha önemli fark ise haber ile yorum arasındaki denge. Amerikan gazeteleri daha çok habere dayanır. Özellikle en iyilerinde makaleler daha uzun ve oldukça detaylıdır. Köşe yazarları da önemlidir, ancak Türk gazetelerindeki gibi sayıca fazla ve meşhur değiller.''

Collins ve Frantz, aradaki farkı ilginç bir örnekle sürdürüyorlar: ''Geçen cuma günü The New York Times ve Sabah'taki köşe yazarlarını saydık. The Times, 132 sayfalık haber içinde 9 köşe yazarına sahipken Sabah'ın 30 sayfasında 20 köşe yazarı vardı... Amerikan gazeteleri ünlerini muhabirlik gücüne borçludurlar. Köşe yazarları haberin işlenişini zenginleştirir, ancak ikincil öneme sahiptirler. Türkiye'de ise tersi söz konusu; köşe yazarları gazetelerin en önemli öğesini oluşturuyor.''

İki Amerikalı gazeteci, köşe yazarlarına yönelen ilgiyi ve onların aşırı güçlü kişiler hale gelmesini şöyle yorumluyorlar: ''Köşe yazarları üzerinde yoğunlaşan ilgi, gazetecinin görevinin çarpıtılmasının yanı sıra muhabirlere ve habere verilen değeri de azaltıyor. Türkiye'deki en iyi gazetelerde bile muhabirlere düşük ücret ödeniyor. Köşe yazarlarına 10 bin dolar gibi yüksek ücretler ödenirken muhabirler ayda 1000 dolardan daha az maaşa çalışıyor. Bu, muhabirlerin rolünün değerini düşürüyor ve çoğunlukla da başarılı olanların meslekte barınmaması anlamına geliyor.''

Amerikalı gazeteciler insaflı davranmışlar. Aradaki fark bire on gibi masum bir sınırda değil. Farklılıklar bire yüzlere, bire binlere varıyor. Bir gazeteciye neden 30-50 bin dolar maaş verilir? Bir köşe yazısı veya bir yöneticilik bu kadar parayı nasıl gerekli kılar? Gazeteler çok mu kâr ediyorlar? Etmediklerini biliyoruz. Birçok büyük gazete, değerinin altında fiyatlara satılıyor.

O zaman bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bu, gazeteciler, patronlar ve kendi gazetesi için ne anlama geliyor? Bu parayla gazetecilik yapılmaz, ancak nüfuz ticareti ve iş takibi yapılır. Bu kadar para alan bir insan, hangi gerçeğin peşinde koşabilir? İşte bu nedenle, çok para alan gazeteciler, ülkedeki baskıcı sistemin bir parçası haline geldiler. Zaman zaman Genelkurmay başkanı, içişleri bakanı, savcı, yargıç, polis oldular. Yargılayıp mahkûm ettiler. Gerçekleri halktan gizlediler.

Sabah kahvaltısını Paris'te yapıp öğleyin Ankara'ya başbakanla yemeğe giden bir nüfuzlu adamlar ekolü oluştu. Patronlarıyla özel uçaklarda tavla oynadılar, bakanları tehdit ettiler. İşte bugün bu sistem iflas etti. Ancak her zaman olduğu gibi, kabak yine basın emekçilerinin başına patlıyor. Önce onları kovuyorlar.

Bundan sonra ne olacak? Kendilerini kanunların, hükümetlerin üstünde gören, yeri gelince korkudan en yalan haberleri manşete çeken bu yalancı medyanın yalancı pehlivanları ne olacak?

(Cumhuriyet - 27 Şubat 2001)

basa dön


Aydın Engin – Cumhuriyet 27.02.2001

Bir değil, çok eksildik

Krizin gümbürtüsü içinde gümbürtüye gider mi diye korktuk. Ama gitmedi. Gazeteciler Meclisi Girişimi 'nin (GMG) Ankara çıkarması gönülsüz, üstünkörü de olsa medyada yankı buldu. Haberlerden, ekranlardaki görüntülerden, gazete okuyup TV izleyenler Türkiye'de bir ''işsiz bırakılmış gazeteciler'' olgusuyla tanıştılar. Ülkenin dört bir yanından haber taşıyanların kendileri ağır, çok ağır bir ''işsiz bırakma saldırısı'' ile karşı karşıyalardı ve bunun ''işsiz bırakanların'' denetimindeki gazetelere, ekranlara ayrıntısıyla yansıması mümkün değildi; olamıyordu.

Ama ''inat'' karanlığı deldi. İşsiz bırakılmış ve ''henüz işsiz bırakılmamış'' gazeteciler birbirine kenetlenip, ceplerindeki son kuruşları ''otobüs bileti'' ne dönüştürüp Ankara'nın yolunu tuttular.

Meslektaşların üstüne dökülen ölü toprağı az da olsa dağıldı. Söküğünü dikemeyen terzi örneği, ''kan kusup kızılcık şerbeti içtik'' demeye alışmış medya emekçileri uzun süredir ilk kez seslerini yükselttiler.

Ankara'da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı'ndan Bankalar Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu'na, TBMM'de temsil edilen çeşitli partilerin grup yöneticilerine kadar siyasetçiler bu kez habercilere demeç vermediler; onların sorunlarını dinlediler.

Gazetecilerin çalışma koşullarını düzenleyen bir yasa var: 212 sayılı yasa.

27 Mayıs 1960'tan hemen sonra çıkarılmış; çıktığı günlerde gazete patronlarının yürüyüş yapmalarına, boykota kalkışmalarına filan yol açan, demokratik içerikli bir yasa.

O gün bugün, medya patronları tarafından deline deline kevgire dönen 212 sayılı yasa, ''gazetecilik'' yapanların tümünü kapsıyor. Kimin gazeteci sayılacağını da tanımladığından, aslında çiğnenmesi, kevgire döndürülmesi için bir açık kapı da bırakmıyor.

Ama medyanın tepelerini tutanların kapı, baca dinledikleri yok. Yasanın açık hükmüne rağmen gazetecilerin büyük çoğunluğu 1475 sayılı İş Yasası kapsamında çalıştırılıyor; 212 sayılı yasanın tanımı en dar kapsamda yorumlanarak, sekiz-on kişilik seçkin bir ekip dışındakiler, mesleğin gerektirdiği iş ve düşünce güvencesinden yoksun bırakılıyor.

Yukarıdaki son cümlenin sonuçları aslında pek vahim. Gazeteci, ancak 212 sayılı yasaya yaslanarak haberi dosdoğru, yorumu bağımsızca üretebilir. Bu yasanın güvencesinden yoksun gazeteci ise meslek geleceği iki dudağının arasındakilerin haber ve yorumdaki tercihlerini gözetmek zorunda. Gözetmeyen, bir sabah kendini kapı önünde buluveriyor.

GMG şemsiyesi altında kenetlenen medya emekçileri, Ankara'nın siyasetçilerine bu yasayı anımsatmak için de gittiler.

Hafta sonuydu. Hafta tatili başlayınca yeniden İstanbul'a döndüler ve kendilerini ''kasım krizi'' sonrasında yaşanandan daha şiddetli, daha hoyrat, daha acımasız bir ''işten çıkarma dalgası'' nın içinde buldular.

Gazeteciler Meclisi Girişimi doğarken anlamlı bir sloganla yola çıkmıştı. Bu örgütlenmeye uzak duran, etkinliklere katılmayan meslektaşlara sesleniliyordu:

- Sen yoksan, bir eksiğiz!..

Dünden bu yana yeni ve bir önceki kadar sert bir işten çıkarma dalgası medya emekçilerinin saflarında kol geziyor. Ankara'ya giden ya da gitmeyip arkadaşlarını uğurlamakla yetinen yüzlerce gazeteci bugün işsiz kaldı. Meslektaşlar arasındaki yoğun ''e-posta trafiği'' durup dinlenmeksizin yürek buran haberler taşıyor.

Kışın ayazında, yazın kavurucu sıcağında haber taşıyan, taşınan haberleri işleyen, işlenen haberleri sayfalara yerleştiren; ülkenin dört bir köşesinden olup biteni haberleştirip yurttaşların anayasal bir hakkını, ''haber alma hakkı'' nı ete kemiğe büründüren gencecik gazeteciler mesleklerinin daha ilk basamaklarında iken işsiz kalmanın şamarını suratlarında duydular, duyuyorlar ve... Ve ah evet, duyacaklar.

''Medya amelesi'' nin elinden başka iş gelmez. Bildikleri haberciliktir, haberi işlemektir, haberi yerleştirmektir. Bunu bilirler. Meslekten koparıldıklarında sudan çıkmış balıktan farksız, işsiz ve işlevsiz kalırlar.

Yeni patlayan işsizlik dalgası ile epey eksildik.

Bu yazı bilgisayarın tuşlarını dövercesine yazılıyorsa; yazılırken ''Ne işe yarayacak peki bu yazı'' sorusu durmadan soruluyor ve yanıt bulunamıyorsa; yanıt bulamama, öfkeyi daha da katmerliyorsa; bu, işsiz kalma acısını sıkça tatmış, epey kapının ipini çekip epey kapıdan kovulmuş bir meslek ağabeyleri oluşumdandır.

Söküğünü dikemeyen terzinin beceriksizliğini aşabilmenin yolunu yöntemini bulmak zorundayız.

''Nasıl'' diye sormayın.

Bilmiyorum.

Bildiğim, bulmak zorunda oluşumuzdur...

Bu meslek de, gencecik meslektaşlarım da bu durumu hak etmediler.

Yığınsal işsizliğe yol açan kepazeliğin sorumlusu ise hiç değiller .

(Cumhuriyet - 27 Şubat 2001)

basa dön


Cüneyt Özdemir - deepnot:

Başarılar dilerim

Umur TALU ve 9 arkadaşı Milliyet Gazetesinden zorunlu olarak ayrıldılar. umur TALu son yazısında kendisinin ve arkadaşlarının zorunlu ayrılış nedenlerini de özetliyordu...

ellerine sağlık Umur TALU , Yolunuz açık olsun sevgili gazeteci dostlarımız...

"Başarı" denilen, yanlış tanımlandı; bu yanlış, yalanlarla pompalandı ve hayatta o şekilde "başarı" kazanması mümkün olmayanların hayallerinin filmlerine dahi tek senaryo olarak kakalandı.
İnsanı tekmeleyen...
İnsani ilişkileri törpüleyen...
Gündelik manevralarla iş kotarmayı iş bilirlik sayan...
"Haysiyetten taviz" zincirleri ve hiyerarşileri kurarak organize olduğunu sanan...
Yeraltının "çetevari" ilişki ağlarını, şebekelenmeyi, yerüstünün siyaset ve iş dünyalarına taşıyan...
Günübirlik kakarakikirileri mutluluk sayan ve saydıran...
Kültürsüz...
Akılsız...
İzansız...
Ve insafsız...
Ve omurgasız ve ahlaksız...
Oportünist ve hain...
Sinsi, tuzakçı, namert, kalleş bir "başarı" modeli; yükselmenin, yerini korumanın, kazanmanın, en azından yenilmemenin, aradan sıyrılmanın, köşe dönmenin, enayilikten kurtulmanın, "akıllı ol oğlum"luğun amentüsü sayıldı.
Bir virüs gibi, bir salgın gibi yayıldı da yayıldı.
"Farklı" bir tarihleri olanların bir bölümünü zorlayarak, tehdit ederek, endişelendirerek ya da ikna ederek benzetti ve kendi olmaktan çıkarıp kendisine benzetti.

. . .

İnsanoğlunun dört ayaktan ayağa dikilişinin bel kemiği, temel direği "omurga", bu "başarı" dünyasında ayağa kalkmak ve ayakta kalmak için iptal edildi.
Doğa kanunlarına dahi aykırıydı; omurgasızlar, sürüngenler dikilip diklenirken, omurgalıların dümdüz olması ama; oldu ve bu "doğal" sayıldı.
Bunların, şunların, o işlerin, bu işlerin "başka türlü olamayacağı... herkesin böyle yaptığı... tek yolun bu olduğu... araziye uymak gerektiği" filan...
Kimi zaman istikrar programı...
Kimi zaman hükümet eylemi...
Kimi zaman ekonomik reçete...
Kimi zaman bankacılık, sanayicilik, tüccarlık, gazetecilik, sanatçılık vesaire diye...
Böyle anlatıldı, böyle belletildi, böyle dayatıldı.
Durmadan kanıtlandı ve hiç durmadan kanıtları cilalanıp parlatıldı.
Bu fırsatı ve şansı hiç olmayanlar bile, bazen korkudan, bazen şaşırarak, bazen iç geçirerek, özenerek ve her ihtimalde ahmakça ve aval aval, birer ayran budalası olarak hayran hayran budalalaştı.

. . .

Artık iflas eden ve kendi formülleri, yöntemleri, arsızlıkları, ihtirasları ile çöken, bu "başarı sistemi"dir.
"Toplumsal başarı, huzur ve güven" diye...
Duruma göre despotluğu, duruma göre içi kof bir liberalizmi, duruma göre milliyetçiliği, duruma göre teslimiyetçiliği, duruma göre küreselleşmeciliği şişiren...
Ama her durumda insanı, hatta birer insan olarak kendi kişiliklerini dahi iğdiş eden...
Yağmacı, çeteci, dışlayıcı, eşitsiz, haksız, hukuksuz, vicdansız bir düzen iflas etti.
İflasın bedelini, bu modelin aktörlerinden ödeyen de var, henüz ödemeyen de.
Şimdi bir sırat köprüsündeyiz.
İflas edenin yerine bir şeyler koyamamanın çöküntüsü içinde debeleniyoruz.
Çünkü o "başarılılar"ın çökerttiği toplumsal binanın altında da önce "başarısızlar" kalıyor.

. . .

Hani deprem biraz olsun uyandırmıştı ya, sizi, bizi...
İşte öyle.
Bu da deprem.
Ses verecek, ses arayacak, el verecek, el arayacak, son nefesler karışırken havanın ve yerin fırtınasına, daha çok nefes alıp vereceksiniz.
Her halk bir gün bir yol bulmuştur...
Her halk bir gün kendini bulmuştur.


basa dön


 Ümit Otan – Dördüncü Kuvvet Medya 07.03.2001:

"TAKAS ODASI" ŞAHANE
MALİ KRİZ BAHANE

Radikal'den Milliyet'e "terfi" edince eski gazetesinin "mavisini" yanında götürmüştü. O günden sonra ne Radikal eski Radikal ne de Milliyet eski Milliyet'ti artık. Mavi önce Milliyet'in sayfalarını boyadı, çok geçmeden gazetenin "gözbebeği" insanların yüzünü. Mavi, "çarpı" işaretine dönüştü yeni genel yayın müdürünün elinde. Milliyet giderek "içi kof" bulvar gazetesi kimliğine bürünürken, orada gerçek gazetecilere yer olamazdı, olmadı da... Güzel insanlara yol göründü...

Ne yalan söyleyeyim benim içim Umur Talu için yandı. Hiç karşılaşmadım, hiç yüz yüze konuşmuşluğumuz olmadı. Ama yıllar boyu hep içimi ısıttı. O da genel yayın müdürlüğü yaptı. O da tam yetkili ve etkili konumda çalıştı yıllarca gazetesinde. Ama oturduğu koltuklar beynini teslim alamadı. En açık yürekli medya eleştirilerini yine o yazdı. Deneyimli ağabeyleri hemen yanıbaşlarında yaşanan "felaketleri" görmezden gelirken, en kavurucu yaklaşımlar onun kaleminden çıktı...

Medyakronik'te yer alan ve "Takas Odası" başlığını taşıyan yazısı, uzun yıllar unutulmayacak nitelikteydi. İşte küçük bir bölüm:

"Demokratik ve çoğulcu siyaset, serbest piyasa, imtiyazsız adalet, hür ve bağımsız basın tabelasının arkasında müreffeh bir takas odası kuruludur. Herkese açık değildir elbette. Ne giriş serbestisi açısından, ne de izlenebilirlik bakımından. Sadece seçkin üyelere açık özel bir kulüp gibidir... Takas odasına sokulmuş bir manşet ise bu, çok ciddî hesaplanır. Üstelik, sadece fizikî büyüklüğe erişmiş, maddeleşmiş, kağıda dökülüp bayilere dağılmış manşet değil; aynı zamanda, "manşet olmamış" manşetler de, "haber olmamış" haberler de... Vaatler yahut kıyaklar karşılığında… o kadar ki, bazen "olmayacak duaya amin"ler çerçevesinde bile, manşet atılır, manşet satılır. Bu takas odasına siyasetçi yahut gazeteci kimliğiyle girenler, tüccar-siyasetçi, tüccar-gazeteci sıfatını edinir gibi görünseler de, her iki sıfattan başka bir şeydirler: Hiçbir şeydirler."

Bir manşetin nasıl atıldığını bu kadar güzel anlatan bir gazeteci atılmaz da ne yapılır?

Artık "Abdülcanbaz'ın Maceraları"na da yer yoktur "mavi"ye boyalı gazetede. Turhan Selçuk'un yüzümüze tuttuğu ayna elinden alınmıştır.

Her şey Orson Welles'in "Citizen Kane"ine dönüşmüştür artık. O filmdeki patronun dediği gibidir artık her şey: "Önemsiz haberi büyük kullanırsan önemli olur"

Deprem yalnız İstanbul'da, Ankara'da yaşanmıyor. Ege'de de yer yerinden oynuyor. Ege ekleri artık yok. Milliyet gibi büyük bir gazetenin İzmir'de bürosu yok. Çalışanlar son sabah toplantılarında "işin sonuna gelindiğini" öğrendiler. Gencecik insanlar işsiz kaldılar. Birçoğunun gazetecilik yapma şansları ellerinden alındı. Gidenler üzgün, kalanlar korkulu ve tedirgin...

Neden? Ekonomik kriz.

Yıllardır gırtlak gırtlağa olduğu Dinç Bilgin'e el veren Aydın Doğan bir günde mi krize girdi? Banka batıran Dinç Bilgin'e bu kadar yardımsever olabilen, kendi çalışanlarına neden acımasız? Kriz bahanesiyle "muhaliflerden" başlayarak bir temizlik harekâtı olmasın bu?

Bugünlerde kurulan takas odalarında manşetler değil kıyımlar gündemde. Medya tarihimizde böyle bir kıyım ne görüldü ne duyuldu. Üstelik bu kıyım "mavi"ye çok düşkün gazeteci kökenli Bülent Ecevit'in Başbakanlığı döneminde yaşanıyor. Köşe "yazanları" yine sessizliğini koruyor. Etrafları boşalıyor onlar ahkâmı sürdürüyor. "Yeter artık be" diyebilecek bir "babayiğit" köşe yazanı aranıyor, yalnızca bir tek...

Evet, bugünlerde kurulan takas odaları şahane...

Kriz mi, bahane...

basa dön


Zafer Özcan – Dördüncü Kuvvet Medya 02.03.2001:

MEHMET YILMAZ TAM İSABET!

Tam da böyle düşünüyordum, Mehmet Y. Yılmaz Milliyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni olduğunda. Bana göre Aydın Doğan Gelişim Yayınları'nın, Aktüel'in ve Radikal'in başarılı yönetmeni, kökten gazeteci Mehmet Yılmaz'ı Milliyet'in başına getirerek iyi bir tercih yapmıştı. Öyle ya Aktüel ve Radikal'den hatırladığımız Mehmet Yılmaz son derece demokrat, insan haklarına duyarlı, 'kutsal devlet' in Öteki Türkiyesi'ndeki insanlara yayınlarında yer açan bir yayın patronuydu.

Mehmet Yılmaz Milliyet'in başına geçer geçmez gazetede köklü değişiklikler yapmaya başladı ve halen de yapmaya devam ediyor. Bu kadar kolay yazdığımıza bakmayın Milliyet gibi bir gazetede köklü değişiklik yapmak her babayiğidin harcı değildir. Yıllardır asker - sivil bürokrasinin bir nevi referans gazetesi konumunda bir yayın organından bahsediyoruz. Korkmaz Yiğit olayı daha hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. Hürriyet'in de sahibi haline gelen Aydın Doğan Milliyet'I çok iyi bir rakama Korkmaz Yiğit'e satmak istemiş ancak gazete içinden gelen muhalefet nedeniyle bunu başaramamıştı. Yıllardır Milliyet içinde 'güçlü yazarlara' endeksli derebeylik tarzı yapılanmalar olduğu biliniyor. Bazı köşe yazarlarına yayın patronunun müdahalesi yakın zamana kadar sözkonusu bile olamazdı o yapıda. Milliyet ayrıca genel yayın yönetmenlerinin en kısa ömürlü oldukları gazeteydi. Derya Sazak, Yalçın Doğan, Umur Talu ortalama iki yıl görevde kalırken, Ufuk Güldemir'in ömrü sadece 9 ay olmuştu.

Mehmet Yılmaz'ın Milliyet'i

İşte böyle bir yapıya müdahale etti Mehmet Yılmaz. Öncelikle taban okuru 30 - 40 bine kadar inen gazeteyi, satışı arttırmak için ciddi yapısından, daha magazinel bir noktaya çekti. Milliyet tarihinde görülmemiş şekilde manşetler attı. Abdi İpekçi'nin yıllarca yazdığı köşeye Berrin Cankat adıyla bir dedikodu yazarı koydu. Gazetenin en ağırbaşlı sayfalarından Entelektüel Bakış'I kaldırmadı ama neredeyse sıfıra yaklaştırdı. Çapraz Ateş gibi bölümlerle Entelektüel Bakış'ı tribünlere oynar hale getirdi. Posta'da yıllarca beraber çalıştığı ekibin de unutmadı. Posta'nın günlük magazin dedikodusu yazan genç kalemlerine Milliyet'te köşe verdi. Büyük umutlarla yola çıkan Milliyet 2000 ekini yayından kaldırılana kadar İstanbul ekine dönüştürdü. Ve Milliyet'in yıllardır en övündüğü sayfalardan olan Eğitim sayfasını tamamen kaldırdı. Çeşitli sayfalara dağılmış yazarları da arka sayfalarda topladı. Bazı kadın yazarları ise İstanbul ekine kaydırdı. Yılmaz'ın en radikal operasyonlarından birisi ise arka sayfaya yönelik oldu. Yıllardır arka sayfada spor görmeye alışmış Milliyet okuru, bir sabah aniden karşısında bir magazin sayfası buldu. Satır başları ile Mehmet Yılmaz'ın Milliyet'i işte böyle oluştu.

Gelelim yazarlar operasyonuna. Türk Basın tarihinin ender olaylarından birisi de Mehmet Yılmaz'ın yayın yönetmenliği döneminde Milliyet'te gerçekleşti ve 10 önemli yazarın işine aynı gün son verildi. Koliler halinde sokağa muhabir ve emekçi atmaya alışkın olan Türk Medyası'nda yazarların aniden böyle topluca atılması Milliyet olayının en çarpıcı yönlerinden birisini teşkil etti. Umur Talu, Yalçın Doğan, Doğan Heper, Şahin Alpay, Duygu Asena, Zeynep Oral, Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Nilgün Cerrahoğlu ve Yalım Eralp bir 28 Şubat 2001 sabahında Yayın Koordinatörü Emre Oral'ın açıklaması ile aniden işsiz kaldı. Bu tam anlamıyla bir Milliyet depremiydi.

Çevik Bir'in yapamadığı!

İşin ilginç bir yönü de yazarların işsiz kaldığı tarihin tam da 28 Şubat' a rastlamasıydı. Bir nevi sivil 28 Şubat yaşandı Milliyet'te. Asıl 28 Şubat sürecinde Orgeneral Çevik Bir'in baskısına rağmen Aydın Bey'in sahip çıktığı yazarlar Umur Talu, Yalçın Doğan ve Nilgün Cerrahoğlu, bu kez sivil bir andıcın kurbanı oldu. Öyle ya Umur Talu 28 Şubat ve andıcı anlatan yazılarında ısrarla 'sivil andıçlara', ve 28 Şubatlar'ın dışında Mart'a, Nisan'a, Haziran'a dikkat çekmemişmiydi? 'İlle de andıç gerekmiyor' dememişmiydi? Gerçekten de ille de andıç gerekmediği son olayda anlaşıldı.

Milliyet operasyonunun hemen öncesinde Aydın Bey ABD'ye gitti ve Dünya ile irtibatını kesti. Demekki bu bir 'büyük basın' geleneği. Erol Simavi'de Hürriyet'e bu tür operasyonlar öncesi yurtdışına çıkar, gazete ile irtibatını kesermiş. Gelenek sürüyor.

Peki son yaşanan olay ne anlama geliyor? Bu sadece bir yayın yönetimi operasyonu mu? Ya da sadece tasarruf tedbiri mi? Bu soruların net cevabını zaman verecek. Evet Mehmet Yılmaz tam isabet demiştim. Gerçek şu ki sayın Yılmaz Milliyet gibi ağırbaşlı bir yayından, Sabahvari bir gazete üretti. Ama yıllardır statükocu bir çizgi izleyen gazetede, demokrat manşetler de attı. Vural Savaş'a tepkiyi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e desteği sürmanşetlerden duyurabildi. Buna karşılık Radikal'de iken cezaevi isyanlarında mahkumlara sahip çıkarken, Milliyet'e geçince isyanlarda devlete yakın olmayı tercih etti. Sizce gelinen noktada Mehmet Yılmaz tam isabet mi? Sanırım en sağlıklı kararı okur verecek.


BİA Haber Merkezi - 01.03.2001:

Milliyet Operasyonun Perde Arkası

    

BİA- Milliyet gazetesinde 28 Şubat 2001 Çarşamba günü, adları Milliyetle özdeşleşmiş pekçok ünlü yazar ve çizerin işlerine son verildi.

Umur Talu, Doğan Heper, Yalçın Doğan, Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Zeynep Oral, Duygu Asena, Nilgün Cerrahoğlu, Şahin Alpay ve Yalım Eralap'in isimleri anında internet sitelerinde yankılandı.
Oysa başka isimler de vardı. Milliyet Sanat'ta 40 yıllık emeği olan Akal Atilla , Sanat Servisinin şefi Bülent Berkman , kulis köşesinin de yazarı ve deneyimli sanat muhabiri Ayça Atikoğlu ile magazin servisinden İpek Durkal , yukarıdaki isimlerle birlikte Milliyet'ten uzaklaştırılmışlardı.

İşlerine son verilen gazetecilerin pek çoğu Milliyet'te Abdi İpekçi zamanından kalan ve onun çizgisini şu ya da bu şekilde de olsa sürdürmeye gayret eden isimlerdi. Doğrudan sisteme muhalif olanlar yanında, iktidara gelen hükümetlerle araya mesafe koymaya dikkat edenler vardı.

28 Şubat'ın "marka ismi" Çevik Bir, o dönemde Milliyet'e gelerek "işten atın" ricasıyla Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak'a yedi isim vermişti. Çevik Bir'in arzusu 28 Şubat'ın yıldönümünde üç isimle yerine getiriliyordu: Umur Talu, Yalçın Doğan ve Nilgün Cerrahoğlu!

Umur Talu Çarşamba sabahı önce Bağcılar Adliyesi'ne gitmiş, sonra işe gelmişti. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kayınbiraderi Ali Şenel'in açtığı davanın duruşması vardı. Köşk'ün mutfağına hortum döşediği iddia edilen Şenel'i eleştirdiği için Talu hakkında dava açılmıştı. Ara duruşmaydı, Talu'yu henüz içeri atamamışlardı. Gazetesine döndü Milliyet'in "yeni" Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz, eski genel yayın yönetmenine "dışarı atıldığını" bildirdi!

Sonra aynı tebligatı sırasıyla Yalçın Doğan ve Doğan Heper'e de yaptı.

İşlerine son verilenlerin hepsi bu kadar "şanslı" değillerdi. Örneğin gazetede yaklaşık yarım asır geçiren karikatürist Bedri Koraman , "atıldığımı internet sitelerinden öğrendim" diyordu.

Zeynep Oral ise mümkün olduğunca az gelmeye özen gösterdiği Doğan Medya Center binasına "dayanışma" amacıyla uğramıştı. Milliyet'e kesintisiz 33 yıl emek veren Zeynep Oral "operasyon gününü" şöyle anlatıyordu:

- Umur'un çıkartıldığını duyunca hemen gazeteye gittim. Onun odasında oturuyorum. Gençlerden biri odaya geldi ve 'geçmiş olsun abla' dedi. Sonra bir başka arkadaş 'galiba sen de varsın, bir telefon et sor' deyince, Emre Oral'ı (Yayın Koordinatörü) aradım. Bana 'Hayır abla öyle bir şey yok' diye yanıt verdi. Ama dışardan arayıp işten atılmamla ilgili görüş isteyenler giderek artıyordu. Ben de henüz atılmadığımı söylüyordum.

Zeynep Oral gazete içinde 3,5 - 4 saat uğraşıp sonuç alamayınca Mehmet Yılmaz'ın odasına gidiyor . Sekreteri 'önemli bir toplantısı var' diyor. Oral, 'benim de işim önemli' diyerek Yılmaz'ın odasına giriyor:

- İşten çıkarıldığım doğru mu?

- Doğru!

Zeynep Oral dönüp arkasını çıkıyor. Milliyet'te her günü "doğru"ya ulaşmak gayretiyle geçen onurlu 33 yıl, Yılmaz'ın ağzından çıkan buz gibi bir "doğru" kelimesiyle sona eriyor.

Zeynep Oral'ın en çok üzüldüğü noktası ise internet sitelerine pompalanan "çok para alıyorlardı" cümlesiydi. Bu konuda da şöyle diyordu:

- Tam 30 yıl 500 ile 700 dolar arasına denk düşen TL üzerinden ücret aldım. Ancak, son üç yılda 1000 doların üzerine çıkabildim. Geçen ayki maaşım 1 milyar 500 bin lira idi.

Milliyet'in ilk kurulduğu günden itibaren gazete kadrosunda yer alan Turhan Selçuk,(Yeni İstanbul, Akşam, Cumhuriyet'te geçen 7 yıl dışında) 41 yıl bu gazetede çizmişti. Şu anda dünyanın en usta karikatüristlerinden biri olarak kabul edilen Selçuk, Mehmet Yılmaz'ın gazeteye gelmesinden sonra istifa etmek istemiş. Ancak araya gazetenin sahibi Aydın Doğan girerek bu istifayı önlemiş .

Turhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesine geçmek üzereyken Aydın Doğan, İlhan Selçuk aracılığıyla bu transferi durdurmuş. Amerika dönüşü üçlü yemek sözü vererek, sorunu çözmüş!

Turhan Selçuk, Milliyet'ten ayrılmak istemesini Mehmet Yılmaz'ın gazetecilik anlayışına bağlıyor:

- Milliyet'i yeniden yapacağım diye geldi, Sabah gazetesini kopya etti. Milliyet okurları gazeteyi bırakıyor. Yılmaz gazetemizin canına okudu!..

İnsan hakları konusunda titizlenen yazılarıyla sisteme muhalif çizgide yer alan Nilgün Cerrahoğlu, toplu işten çıkarmaları şöyle değerlendiriyor:

- Kendilerine göre bir dünya kuruyorlar, ona göre de bir gazete yapacaklar. Bu dünyanın nasıl olduğunu anlamak için birinci sayfalara bakmak yeterli. Bekleyip göreceğiz, zaman en iyi yargıçtır.

Duygu Asena ise çok farklı şeyler yaşıyordu. Milliyet 2000 gazetesi kapatılınca onun da köşesi kaldırılmıştı. Köşesiz köşe yazarı olmak istemiyordu. Bu nedenle Mehmet Yılmaz'a gidip şöyle diyordu:

- Bana köşemi vermeyeceksen, istifa edeyim.

Yılmaz'ın yanıtı da aynen şöyle olmuştu:

- Hayır, deli misin? Sen benim için de, gazete için de önemlisin. Çok okunan biri olduğunu biliyorum. Bunları söylediğine inanamıyorum. Sana köşe açacağım.

Çarşamba günü sekreteri "Mehmet Yılmaz görüşecek" deyince Asena'ın aklından şu geçiyor:

- Herhalde köşemi verecek!?

Fakat Mehmet Yılmaz, Duygu Asena'nın işine son verdiğini bildiriyor. Asena şimdi soruyor:

- Niye istifamı engelledi, anlamıyorum.

Yılların Milliyet'le özdeşmiş ismi Bedri Koraman, uzun zamandan beri karikatür çizmiyordu. Son olarak Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Kongresi'ne gitmişti. Çizgi bandının ilk karesinde, 12 Eylül öncesi uğradığı silahlı saldırıyı anımsayıp, "Kafama dayanmış namluyu hissetim " diye çizince, bant karikatürü birinci sayfadan içeriye atılmış, boyutları da bir hayli küçültülmüştü. O tarihten sonra da bir daha çizgileri Milliyet'in sayfalarında yer almadı.

Koraman, BİA'ya yaptığı açıklamada yıllarını verdiği gazetesini sanki kollamak ister gibiydi:

- Ben Milliyet'in Bedri'siydim.
Gazetem beni böyle lanse etti. Yarım asırlık beraberliğimi bu şekilde noktalarken kimseye kırgın, küskün ve dargın olmadığımı belirtmek isterim. Bugün daha fazla konuşmak istemiyorum.

Milliyet'teki operasyon tek boyutlu değil... Bu yüzden de sadece Mehmet Yılmaz'ın tasarrufu söz konusu olamaz. Aydın Doğan'ın onayı olmadan Mehmet Yılmaz tarafından sandalyelerinin tozlarının bile alınamayacağı isimler var.

Milliyet bu operasyon sonrasında iktidar açısından "dikensiz gül bahçesi" haline getirilmiş oluyor. İşten çıkartılan isimlerden Umur Talu, Zeynep Oral, Duygu Asena, Nilgün Cerrahoğlu, Şahin Alpay, insan hakları ve düşünce özgürlüğü gibi konularda "baş ağrısı" olacak yazılar , diziler, haberler, yorumlar yazdılar.

Bu açıdan bakınca Milliyet'te sağ kalanlar için "bizimdir" denilebilir mi?
Demokratik bir Türkiye olsun isteyenlerin sonu ortada... Şimdi gel de yaz bakalım! 

 basa dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anasayfa - Güncel - Medya Haberleri - Dosyalar - Kültür-Sanat - Medya`dan - Etkinlikler Takvimi - Arsiv - Linkler - e-Posta

 

 

 

 

Iletisim:
e-Posta:
otekimedya@gmx.net
Fax: +49 (180) 50 52 59 60 69 47

webmaster: webmaster@otekimedya.com