|
|
|
|
|
|
|
Milliyet Gazetesinde Operasyon
Yorumlar:
Ümit
Otan: Sizi terk etmeye çağırıyorum
Oral
Çalışlar: İkitelli'de
asrı saadet bitiyor mu? Aydın
Engin: Bir değil, çok eksildik Cüneyt
Özdemir: Başarılar
dilerim Ümit
Otan: ‘Takas Odası’ şahane mali kriz bahane
Zafer Özcan : Mehmet Yılmaz Tam İsabet
BİANET:
Milliyet Operasyonun Perde Arkası
Ümit
Otan – Dördüncü Kuvvet Medya 07.03.2001: SİZİ TERK ETMEYE ÇAĞIRIYORUM...
İnanın
bundan sonra "oralarda" yazmanızın hiçbir "kıymeti
harbiyesi" yok. İnanın zaten sallantıda olan inandırıcılığınız
tümden yok olacak. İnanın yıllar sonra çocuklarınıza,
torunlarınıza en önemlisi kendinize suskunluğunuzun,
hiçbir şey yapmamanızın hesabını veremeyeceksiniz. Reddetmenin
ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ama reddettiğimiz kadar
insanlaştığımız da bir gerçek. Çok istediğimiz,
sahip olmak için can attığımız, çok önem verdiğimiz
bir şey bize sunulduğunda artısını eksisini
hesaplayıp balıklama dalmama sanatıdır insanlık
biraz da... Ya da güzel olanakları bir çırpıda bırakıp
gidebilmek, terk etmektir... Çok
zordur. Her zaman göze alınacak şeyler değildir. Ama
inanın terk etmek, vazgeçmek, elimizin tersiyle itmek sonuçta
kendimizi sınamak için bundan daha "iyi" fırsat
olamaz... Medya tarihini baştan sona her satırını
tek tek dikkatlice okuyun. Şu yaşadığımız
ortamın "kadir bilmezliğini", iki yüzlülüğünü,
duyarsızlığını, vurdumduymazlığını
göremeyeceksiniz... Sabahattin Ali'lerin, Aziz Nesin'lerin, Zekeriye,
Sabiha Sertel'lerin, Nazım Hikmet'lerin, dergilerini, gazetelerini
bastırabilmek, dağıtabilmek için çektiği sıkıntılar,
bugüne bakınca "solda sıfır kalacak" ve yüreğinizi
burkacaktır... Aziz
Nesin, Sabahattin Ali'den aldığı borç parayla bir dergi
çıkarmaya sıvanıyor. Yazılar diziliyor, matbaada
bastırılıyor, sıra dağıtıma geliyor.
Dönem korku dönemidir. Daha önce söz verdikleri halde hiçbir kitabevi
ve gazete bayii dergiyi satmaya yanaşmıyor. Aziz Nesin yılmıyor,
dergilerini koltuğunun altına alıyor, Babıali
yokuşundan koşturarak, bağırarak satmaya başlıyor.
Gazete bayileri bu durumdan büyük üzüntü duyuyor, utanıyor ve
hepsi beşer onar alıp vitrinlerine koyuyorlar... Tutarlılıklarıyla,
içtenlikleriyle, dürüstlükleriyle öne çıkmış gazetecilerin,
yazarların yüzüne "mavi çarpı" koyan o genel yayın
müdürünün gazetesinde sizin ne işiniz var? Siz Aziz Nesin'den
daha zor koşullarda mısınız? Gazeteciler cemiyetimizin
değerli başkanı Sayın Nail Güreli, o gazetede
artık nelerin yazılamayacağını en iyi siz
anlamışsınızdır. Zeynep Oral 33 yıl
emek verdiği gazetesinden atıldığını
internetten öğrendiğini söylüyor. Bu bile sizin oraları
terk etmeniz için yeterli neden değil mi? Sayın
Zülfü Livaneli, sosyal demokrat bir partide politika yapıyorsunuz.
Partiniz banka hortumlayanlar yüzünden hükümet dağıtmadı
mı? Şimdi banka hortumladığı için yargılanan
bir patronun yönettiği gazetede nasıl "özgür"
olabileceksiniz? Terk etmenizin tam zamanı değil mi? Siz
Sayın Yavuz Donat, Kapalı Kapılar Ardında konuşmak
güzel de biraz da kapının önüne çıksak artık,
nasıl olur? Sayın
gerçek gazeteci yazar ablalarım, ağabeylerim. Yaşanılanların
yalnızca ekonomik krizin dayattığı bir sonuç olmadığını
siz herkesten iyi biliyorsunuz. Bakınız Star'da Uğur
Dündar, ekonomik kriz yaklaşımını nasıl savuşturdu?
Sayın Dündar, "Madem ki sorun para ben ve ekibim maaşlarının
bir kısmını almayacak. Yine de adam atarsanız
ben giderim arkadaş" demeye getirdi ve sonuçta o kazandı.
Demek ki ekonomik boyut ama öyle ama böyle çözümlenebiliyor. Ama eğer,
Umur Talu, Turhan Selçuk, Zeynep Oral gibi isimler medyadan "temizlenmeye"
çalışılıyorsa bunun arkasında "çapanoğlu"
olduğunu anlamamak için "köşe yazanı" olmak
lazım... Sevgili
genç meslektaşlarım: Hükümet yetkilileriyle görüşmenin
de pek fazla anlamı yok. Bakın Temizel de "temizleniverdi".
Şu an medyamızın en büyük patronları bu hükümetlerden
güç alıp güç vermiyorlar mıydı? Hükümetlerin açtığı
para muslukları değil mi bu patronları bugünlere getiren?
Binlerce dolar maaş alsalar da gazetelerinden kesinlikle atılamayacak
olanları saymama gerek var mı? Siz zaten onları tanıyorsunuz...
Ben diyorum ki, madem güzel insanları istemiyorlar.
Güzel insanlar hükümetlere, para musluklarına, bankalara tabi
olmadan neden gazete çıkarmasınlar? Sendikanın ya da
cemiyetin öncülüğünde bu başarılamaz mı? "Kolay
değil" diyorsunuz, duyuyorum. Aziz Nesin beş kuruşsuzdu
ve tek başınaydı, başardı. Gelin, mavi kalemli genel müdürlerini, banka hortumcularını
ve kendini köşe yazarı sanan "köşe yazanlarını"
kaderleriyle baş başa bırakalım. Terk edelim oraları.
Okurların büyük çoğunluğunun olandan bitenden haberi
yok. Nasıl olsun ki? İnternet gazetelerinden yayılan
haberler okurlara ulaşıyor. Kısa süre sonra inanın
onlar da terk edecekler... Hâlâ
oralarda yazmayı sürdürmekte olan değerli yazarlar. Bu gece
yatmadan önce nerede yazdığınızı, kime yazdığınızı,
neden yazdığınızı bir kez daha düşünün.
Ben okur olarak terk ettim. Sizi de terk etmeye çağırıyorum...
Oral
Çalışlar – Cumhuriyet 27.02.2001: İkitelli'de
asrı saadet bitiyor mu?
Gazeteciler
Meclisi Girişimi'nden (GMG) bir grup meslektaşımız
İstanbul'dan Ankara'ya gitti. GMG'nin bu kez gündemi, basında
işten çıkarmalar. Yüzlerce gazeteci arkadaşımız,
doğru dürüst hiçbir yasal hakkı verilmeden işinden
atıldı. Basın çalışanlarının haklarını
gözetmek için 27 Mayıs 1960'tan sonra değiştirilen
ve 212 sayılı kanun diye anılan kanun hükümleri, birçok
basın kuruluşu tarafından uygulanmıyor. Bazı
gazetecilerin hiçbir yasal güvencesi bulunmuyor. Görsel ve yazılı medyanın uzun zamandan
beri bir kriz yaşadığı biliniyordu. Şimdi
bu kriz, yüzlerce insanın işten çıkarılmasıyla
kendini hissettiriyor. Sabah ve atv grubunda ilk kriz patlak verdiğinde
ve Dinç Bilgin gazeteyi bırakıp tekrar döndüğünde,
Başbakan Bülent Ecevit bu dönüşü şöyle açıklamıştı:
''Yüzlerce basın emekçisini düşünerek bu dönüşe destek
olduk.'' Ancak Bilgin'in dönüşü, yüzlerce basın emekçisinin
işten çıkarılmasını da beraberinde getirdi.
Günlerdir medya dünyası basında işten
çıkarma haberleriyle çalkalanıyor. Dün büyük gazetelerin
ekleri de kaldırıldı. Tabii o eklerde çalışanlar
da işsiz kaldılar. Aslında Türk basınının
uzun zamandan beri saçma sapan bir sistem içinde bulunduğu bir
gerçek. Bir tarafta 50 bin dolarlara varan yazar ve yönetici maaşlarından
söz ediliyor, öte yandan muhabirler ise 200 milyon gibi düşük
paralara çalıştırılıyor. Renkler, promosyonlar,
gösteriş ve şatafat Türk medyasının temel görüntüsü
haline dönüşmüştü. İstanbul'da gazetecilik yapan iki Amerikalı;
Catherine Collins (Chicago Tribune) ve Douglas Frantz (The New York
Times), Türk basınına ilişkin ilginç gözlemlerde bulunuyorlar.
Geçen haftaki Aktüel dergisinde yer alan söyleşide, iki ülke
gazeteleri arasında farkı şöyle belirtiyorlar: ''Çok
daha önemli fark ise haber ile yorum arasındaki denge. Amerikan
gazeteleri daha çok habere dayanır. Özellikle en iyilerinde makaleler
daha uzun ve oldukça detaylıdır. Köşe yazarları
da önemlidir, ancak Türk gazetelerindeki gibi sayıca fazla ve
meşhur değiller.'' Collins ve Frantz, aradaki farkı ilginç bir örnekle
sürdürüyorlar: ''Geçen cuma günü The New York Times ve Sabah'taki
köşe yazarlarını saydık. The Times, 132 sayfalık
haber içinde 9 köşe yazarına sahipken Sabah'ın 30 sayfasında
20 köşe yazarı vardı... Amerikan gazeteleri ünlerini
muhabirlik gücüne borçludurlar. Köşe yazarları haberin işlenişini
zenginleştirir, ancak ikincil öneme sahiptirler. Türkiye'de ise
tersi söz konusu; köşe yazarları gazetelerin en önemli öğesini
oluşturuyor.'' İki Amerikalı gazeteci, köşe yazarlarına
yönelen ilgiyi ve onların aşırı güçlü kişiler
hale gelmesini şöyle yorumluyorlar: ''Köşe yazarları
üzerinde yoğunlaşan ilgi, gazetecinin görevinin çarpıtılmasının
yanı sıra muhabirlere ve habere verilen değeri de azaltıyor.
Türkiye'deki en iyi gazetelerde bile muhabirlere düşük ücret
ödeniyor. Köşe yazarlarına 10 bin dolar gibi yüksek ücretler
ödenirken muhabirler ayda 1000 dolardan daha az maaşa çalışıyor.
Bu, muhabirlerin rolünün değerini düşürüyor ve çoğunlukla
da başarılı olanların meslekte barınmaması
anlamına geliyor.'' Amerikalı gazeteciler insaflı davranmışlar.
Aradaki fark bire on gibi masum bir sınırda değil.
Farklılıklar bire yüzlere,
bire binlere varıyor. Bir gazeteciye neden 30-50 bin dolar maaş
verilir? Bir köşe yazısı veya bir yöneticilik bu kadar
parayı nasıl gerekli kılar? Gazeteler çok mu kâr ediyorlar?
Etmediklerini biliyoruz. Birçok büyük gazete, değerinin altında
fiyatlara satılıyor. O zaman bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bu,
gazeteciler, patronlar ve kendi gazetesi için ne anlama geliyor? Bu
parayla gazetecilik yapılmaz, ancak nüfuz ticareti ve iş
takibi yapılır. Bu kadar para alan bir insan, hangi gerçeğin
peşinde koşabilir? İşte bu nedenle, çok para alan
gazeteciler, ülkedeki baskıcı sistemin bir parçası
haline geldiler. Zaman zaman Genelkurmay başkanı, içişleri
bakanı, savcı, yargıç, polis oldular. Yargılayıp
mahkûm ettiler. Gerçekleri halktan gizlediler. Sabah kahvaltısını Paris'te yapıp
öğleyin Ankara'ya başbakanla yemeğe giden bir nüfuzlu
adamlar ekolü oluştu. Patronlarıyla özel uçaklarda tavla
oynadılar, bakanları tehdit ettiler. İşte bugün
bu sistem iflas etti. Ancak her zaman olduğu gibi, kabak yine
basın emekçilerinin başına patlıyor. Önce
onları kovuyorlar. Bundan sonra ne olacak? Kendilerini
kanunların, hükümetlerin üstünde gören, yeri gelince korkudan
en yalan haberleri manşete çeken bu yalancı medyanın
yalancı pehlivanları ne olacak? (Cumhuriyet - 27 Şubat 2001) Aydın
Engin – Cumhuriyet 27.02.2001 Bir değil, çok eksildikKrizin gümbürtüsü içinde gümbürtüye
gider mi diye korktuk. Ama gitmedi. Gazeteciler Meclisi Girişimi
'nin (GMG) Ankara çıkarması gönülsüz, üstünkörü de olsa
medyada yankı buldu. Haberlerden, ekranlardaki görüntülerden,
gazete okuyup TV izleyenler Türkiye'de bir ''işsiz bırakılmış
gazeteciler'' olgusuyla tanıştılar. Ülkenin dört bir
yanından haber taşıyanların kendileri ağır,
çok ağır bir ''işsiz bırakma saldırısı''
ile karşı karşıyalardı ve bunun ''işsiz
bırakanların'' denetimindeki gazetelere, ekranlara ayrıntısıyla
yansıması mümkün değildi; olamıyordu. Ama ''inat'' karanlığı
deldi. İşsiz bırakılmış ve ''henüz işsiz
bırakılmamış'' gazeteciler birbirine kenetlenip,
ceplerindeki son kuruşları ''otobüs bileti'' ne dönüştürüp
Ankara'nın yolunu tuttular. Meslektaşların üstüne
dökülen ölü toprağı az da olsa dağıldı. Söküğünü
dikemeyen terzi örneği, ''kan kusup kızılcık şerbeti
içtik'' demeye alışmış medya emekçileri uzun süredir
ilk kez seslerini yükselttiler. Ankara'da Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanı'ndan Bankalar Denetleme ve Düzenleme Üst
Kurulu'na, TBMM'de temsil edilen çeşitli partilerin grup yöneticilerine
kadar siyasetçiler bu kez habercilere demeç vermediler; onların
sorunlarını dinlediler. Gazetecilerin çalışma
koşullarını düzenleyen bir yasa var: 212 sayılı
yasa. 27 Mayıs 1960'tan hemen sonra
çıkarılmış; çıktığı günlerde
gazete patronlarının yürüyüş yapmalarına, boykota
kalkışmalarına filan yol açan, demokratik içerikli
bir yasa. O gün bugün, medya patronları
tarafından deline deline kevgire dönen 212 sayılı yasa,
''gazetecilik'' yapanların tümünü kapsıyor. Kimin gazeteci
sayılacağını da tanımladığından,
aslında çiğnenmesi, kevgire döndürülmesi için bir açık
kapı da bırakmıyor. Ama medyanın tepelerini tutanların
kapı, baca dinledikleri yok. Yasanın açık hükmüne rağmen
gazetecilerin büyük çoğunluğu 1475 sayılı İş
Yasası kapsamında çalıştırılıyor;
212 sayılı yasanın tanımı en dar kapsamda
yorumlanarak, sekiz-on kişilik seçkin bir ekip dışındakiler,
mesleğin gerektirdiği iş ve düşünce güvencesinden
yoksun bırakılıyor. Yukarıdaki son cümlenin sonuçları
aslında pek vahim. Gazeteci, ancak 212 sayılı yasaya
yaslanarak haberi dosdoğru, yorumu bağımsızca
üretebilir. Bu yasanın güvencesinden yoksun gazeteci ise meslek
geleceği iki dudağının arasındakilerin haber
ve yorumdaki tercihlerini gözetmek zorunda. Gözetmeyen, bir sabah
kendini kapı önünde buluveriyor. GMG şemsiyesi altında
kenetlenen medya emekçileri, Ankara'nın siyasetçilerine bu yasayı
anımsatmak için de gittiler. Hafta sonuydu. Hafta tatili başlayınca
yeniden İstanbul'a döndüler ve kendilerini ''kasım krizi''
sonrasında yaşanandan daha şiddetli, daha hoyrat, daha
acımasız bir ''işten çıkarma dalgası'' nın
içinde buldular. Gazeteciler Meclisi Girişimi
doğarken anlamlı bir sloganla yola çıkmıştı.
Bu örgütlenmeye uzak duran, etkinliklere katılmayan meslektaşlara
sesleniliyordu: - Sen yoksan, bir eksiğiz!..
Dünden bu yana yeni ve bir önceki
kadar sert bir işten çıkarma dalgası medya emekçilerinin
saflarında kol geziyor. Ankara'ya giden ya da gitmeyip arkadaşlarını
uğurlamakla yetinen yüzlerce gazeteci bugün işsiz kaldı.
Meslektaşlar arasındaki yoğun ''e-posta trafiği''
durup dinlenmeksizin yürek buran haberler taşıyor. Kışın ayazında,
yazın kavurucu sıcağında haber taşıyan,
taşınan haberleri işleyen, işlenen haberleri sayfalara
yerleştiren; ülkenin dört bir köşesinden olup biteni haberleştirip
yurttaşların anayasal bir hakkını, ''haber alma
hakkı'' nı ete kemiğe büründüren gencecik gazeteciler
mesleklerinin daha ilk basamaklarında iken işsiz kalmanın
şamarını suratlarında duydular, duyuyorlar ve...
Ve ah evet, duyacaklar. ''Medya amelesi'' nin elinden başka iş gelmez.
Bildikleri haberciliktir, haberi işlemektir, haberi yerleştirmektir.
Bunu bilirler. Meslekten koparıldıklarında sudan çıkmış
balıktan farksız, işsiz ve işlevsiz kalırlar.
Yeni patlayan işsizlik dalgası ile epey eksildik.
Bu yazı bilgisayarın tuşlarını
dövercesine yazılıyorsa; yazılırken ''Ne işe
yarayacak peki bu yazı'' sorusu durmadan soruluyor ve yanıt
bulunamıyorsa; yanıt bulamama, öfkeyi daha da katmerliyorsa;
bu, işsiz kalma acısını sıkça tatmış,
epey kapının ipini çekip epey kapıdan kovulmuş
bir meslek ağabeyleri oluşumdandır. Söküğünü dikemeyen terzinin beceriksizliğini
aşabilmenin yolunu yöntemini bulmak zorundayız. ''Nasıl'' diye sormayın.
Bilmiyorum. Bildiğim, bulmak zorunda oluşumuzdur...
Bu meslek de, gencecik meslektaşlarım
da bu durumu hak etmediler. Yığınsal işsizliğe
yol açan kepazeliğin sorumlusu ise hiç değiller . (Cumhuriyet - 27 Şubat 2001) Başarılar
dilerim
Umur TALU ve 9 arkadaşı Milliyet
Gazetesinden zorunlu olarak ayrıldılar. umur TALu son yazısında
kendisinin ve arkadaşlarının zorunlu ayrılış
nedenlerini de özetliyordu... "Başarı"
denilen, yanlış tanımlandı; bu yanlış,
yalanlarla pompalandı ve hayatta o şekilde "başarı"
kazanması mümkün olmayanların hayallerinin filmlerine dahi
tek senaryo olarak kakalandı. Ümit Otan – Dördüncü Kuvvet Medya
07.03.2001: "TAKAS ODASI" ŞAHANE
|
|
|
|
|
|
||
|
|
|
||
|
|
Anasayfa - Güncel - Medya Haberleri - Dosyalar - Kültür-Sanat - Medya`dan - Etkinlikler Takvimi - Arsiv - Linkler - e-Posta |
|
|
|
|
Iletisim: |
|
|